Covid 19

2020 Mart ayında insan nüfusunun 1/3’ü kendisini tecrit ederek evlerine hapsolmak zorunda kaldı. Nisan sonu itibarıyla 1,6 milyar çalışan geçim kaynaklarını kaybetme tehlikesi ile yüz yüze geldi ve yine ILO verilerine göre informel ekonomide geçimini sürdüren 1,6 milyar insanın kazancı %60 oranında erozyona uğradı. Bu insanların hepsi evden çalışma gibi bir seçeneğe sahip değildi ve hayatını riske etmekle geçimini riske etmek arasında bir tercih yapmak zorunda kaldılar.

Güney Kore’li felsefeci, kültür kuramcısı yazar Byung-Chul Han, Koronavirüsle birlikte ortaya çıkan toplumu, “İyi yaşama duygusunu tamamen kaybeden, hazzın da sağlığa feda edildiği bir sağ kalma toplumu” olarak nitelendiriyor. Byung-Chul Han, “Bu gidişle sanki daimi bir savaş halinde yaşıyormuşuz gibi, sağ kalmak nihai gerçeğimiz haline gelecek” diyor. Kitaplarıyla kült haline gelmiş, kendisini liberal zihniyet dünyasının içinde konumlamış olmasına rağmen kapitlizmin geleceğinden endişe edip sözünü sakınmayan Yuval Noah Harari de salgının ortaya çıkardığı sosyal ve politik sorunlara değinmeden geçemiyor. Harari’ye göre bu kriz, insanoğlunu 2 konuda seçim yapmaya zorlayacak. Birincisi ulusların izolasyonist eğilimleri ile küresel dayanışma arasındaki tercih olacak. Diğeri de devletlerin totaliter denetleme/gözetleme rejimleri ile sivil toplum arasındaki tercih olacak.

Pandemi, sosyal boyutlarıyla geçimini sokakta kazanan insanları sağlığı ve geçimi arasında bir seçime zorlarken, beyaz yaka profesyonelleri ise hiç alışık olmadığı bir yaşamın içine itti. Evlerimize çekildiğimiz bu aylarda, sıradan ama neşeli rutin hayatımızın hayalini kurmaya başladık. Ziyaret ettiğimiz favori lokantaları ve barları özledik, mağazalarda alışveriş yapıp giysi denemek, metroya binmek, hatta el sıkışmak bile çok uzak geçmişte kalmış, nostalji dolu anılara dönüştü.

Ancak dünyanın her yerinde, sokağa çıkma sınırlamaları ve karantinalar yumuşatılmaya ve işyerleri yavaş yavaş açılmaya başlayınca kafamızı karıştıran bir dilemma ile karşı karşıya kaldık: Sıradan hayatımıza bir an önce geri dönmeyi arzu ederken, normalleşme adımları ve işe geri dönüş ihtimali üzerimizde beklenmedik bir endişe yarattı.

“The Psychology of Pandemic” kitabının yazarı ve Kanada’da, University of British Colombia’da Psikiyatri Profesörü olarak çalışan Dr. Steven Tayolar da “İronik bir şekilde insanlar karantinada olmayı sevdiler ve tekrar evlerinden dışarıya çıkma konusunda endişe yaşıyorlar” diyor.

Harvard Medical School’da Psikiyatri Profesörü olarak görev alan Dr. David Rosemarin’e göre ise, “İşe gitmediğimiz günlerde uykuya daha fazla vakit ve işlerimize görece daha az zaman ayırmamız, aileyle geçirdiğimiz daha fazla zaman ve işyerinden uzaklaştıkça daha az sosyal baskıya maruz kalmamız bize iyi geldi. Sınırlamalar kalkıp işe dönüş ihtimali yakınlaştıkça bunları kaybedecek olmamız bizim üzerimizde daha fazla stres yaratmaya başladı”. Bir diğer deyişle salgın süreci ile başlayan stres ve endişe, yön değiştirerek farklı nedenlerle varlığını devam ettiriyor. Psikolog Dr. Karen Cassiday’e göre ise depresyon, anksiyete, sinirlilik ve öfke gibi duygu durumları önümüzdeki aylarda da yüz yüze kalacağımız olgular olacak. Zira aile içinde doğmaya başlayan ilişki sorunları, finansal endişeler, ücretsiz izin uygulamaları, okul dönemi yaklaştıkça çocukların okula dönüp dönemeyeceğine ilişkin endişeler duygusal tükenmişlik hissimizi beslemeye devam edecek. Sıklıkla gerçekleştirdiğimiz Zoom görüşmeleri bile stres seviyemizi olumsuz etkiliyor. Karşımızdaki kişinin düşünce ve duygu durumunu video konferans ortamında anlayabilmekte çektiğimiz güçlük, görüntü ve ses kalitesinin zaman zaman düşmesi ve bağlantının kesintiye uğraması gibi durumlar kortizol seviyemizi tırmandırabiliyor. Özetle evlerimizde daha sessiz ve huzurlu bir hayat yaşarken, çalışma rutinlerimize geri dönmek, iş yerlerimizde sosyalleşmeye başlamak, metroya atlayıp işe yetişmek zorunda kalmak ve dahası döndüğümüz iş yerlerimizde yalıtılmış çalışma alanlarında, sosyal mesafe kurallarına uygun şekilde çalışmaya devam etmek durumunda kalmak üzerimizde nahoş bir duygu durumu yaratıyor.

Peki bu süreçte organizasyonlar çalışma şekillerini nasıl şekillendiriyorlar. Bu değişim sürecine çabuk tepki verebilen organizasyonlar ve liderler bu dönemde hiç şüphesiz şirketlerini rekabet koşullarına daha dirençli hale getirecekler. Bunun için iş gücü pazarında oluşan bazı eğilimleri şimdiden iyi okumak gerekiyor. Gartner’ın salgın sürecindeki işgücü eğilimlerini ortaya çıkarmak için yaptığı araştırmanın sonuçlarına göre organizasyonların %32’si bir maliyet yönetimi stratejisi olarak daimi personellerinin yerine, esnek çalışabilecek ve proje bazında görev alabilecek kadrolar istihdam etmeye başladılar. Özetle işgücünün esnekleşmesi daha fazla gündemimizde yer almaya başlayacak. İnsan Kaynakları profesyonelleri açısından esnek işgücünün performansının değerlendirilmesi ve maaş ödeme sistemleri yeni proje temaları olacak karşımıza çıkacak. Ekonomik daralma ortamında organizasyonlar, daha kısa çalışma haftası, iş-özel yaşam dengesini kuracak istihdam modelleri, ücretsiz izin uygulamasını azaltabilmek için iş paylaşım uygulamaların geliştirilmesi üzerinde çalışacaklar.

Çalışanların %48’i salgın sürecinden sonra uzaktan çalışmaya devam edecek, organizasyonlar operasyonlarını uzaktan çalışmaya hazır hale getirecekler. Çalışanların dijital ortamda işbirliği sağlayabileceği kritik yetkinlikler ön plana çıkacak. Çalışan deneyimi açısından hedef belirleme, performans değerlendirme gibi İK süreçleri uzaktan çalışmaya uygun şekilde tekrar tasarlanmak durumunda kalacak.

Gartner’ın analizi organizasyonların %16’sının çalışanların dijital ortamdaki çalışmalarını monitör ettiğini gösteriyor. Bilgisayarların kullanımının, çalışanların dijital verimliliklerinin, e-mail’lerinin ve mesajlaşma uygulamalarının belirli parametrelere göre monitör edilmesi gibi. Salgın süreci ile beraber bu eğilim hız kazanacak ve hatta çalışanların sağlık ve iş güvenliği bilgileri bu uzaktan izleme çalışmalarının yeni konusu haline gelecek.

Pandemi sürecinin sonucunda işveren markaları da önemli bir testten geçmiş olacaklar. Bu süreçte bazı organizasyonlar işten çıkarma, ücretsiz izin uygulamaları, fabrika kapanışları gibi bazı istenmeyen aksiyonları almak durumunda kalmış olmalarına rağmen çalışanların sağlığını korumak adına kritik önlemleri hayata geçirdiler. Bu süreci aynı zamanda bir insanlık krizi olarak da adlandıracak olursak, bazı işverenler ise bu konuda maalesef iyi sınav vermediler. Bazı organizasyonlar bu süreçte çalışanların sağlığını ve yaşam koşullarını ön plana çıkarırken, bazıları onları yalnızca işçi statüsüne indirgedi ve çok sınırlı önlemler alarak varoluşlarını riske soktu. Dolayısıyla pandemi sürecinden sonra çalışanlar ve işgücü pazarındaki adaylar, organizasyonları salgın sürecinde aldıkları tavra göre değerlendirecekler. Dolayısıyla iyi sınav veren şirketler, çalışanlarına ve işgücü pazarına –aldıkları bazı maliyet yönetim kararlarına rağmen – bu süreci nasıl başarıyla yönettiklerine dair açık ve şeffaf bilgiler verebilirlerse, işveren markalarını güçlendirmiş olacaklar. Gelecekte well-being, organizasyonların merkeze almak durumunda kalacakları olmazsa olmaz bir değer ve uygulama alanı olacak gibi görünüyor.

Pandeminin geleceğe dönük olarak yaratacağı fırsatlardan biri de insan faktörü ile dijitalleşme eğilimleri arasında başlayan gerilimi olumlu bir yöne sevk etmek olacak. Teknolojinin, insanın ikamesi olmadığı ve beraber çalıştıklarında organizasyonları ve toplumu daha güçlü kılabildiklerini deneyimlemiş olduk. Üretimde, eğitimde, lojistik ve tedarik zinciri alanında bu birlikteliğin yaratacağı etkiyi net bir şekilde gözlemleme fırsatımız oldu. Dolayısıyla organizasyonların geliştireceği yeni stratejiler ve yeni alışkanlıklar, çalışanların kendilerine sunulan yeni teknolojilere nasıl adapte olacaklarını, ne şekilde tutum alacaklarını ve ne şekilde işbirliği geliştireceklerini öğretecek. Teknolojik gelişmeler ile insanların ilişki kurma, anlam arayışı ve iyi yaşama gereksinimleri arasındaki dengeyi kurmak için yeni fırsatlar doğacak.

Bir diğer fırsat ise pandemi sürecinin, şirketlere yeni kriz dalgalarından kaçınma ya da onunla savaşma yerine, esnek davranarak krizin içinden yeni öğrenme ve uygulama fırsatları çıkarmayı öğretebilecek olması. Şirketler bugüne kadar hemen her konuda sayısız verimlilik projelerini hayata geçirdiler ve bu projeler en ince ayrıntısına kadar planlanmış ancak kırılgan sistemler yarattılar. Pandemi süreci verimlilik esaslarını öneminin yanı sıra organizasyonlara ve dolayısıyla çalışanlarına; adaptasyon, elastiklik, direnç ve çok yönlülük ihtiyacı konusunda önemli mesajlar vermiş oldu.

Pandemi sürecinin yarattığı bir diğer farkındalık ise ücretlendirme sistemlerinin yalnızca pazar değeri ile ilgili olmadığı, organizasyonların kültür ve değerler sistemine ilişkin de bir gösterge olduğuydu. Maaş seviyesi düşük olan çalışan gruplarının, kriz döneminde bizler için yarattığı gerçek değerin farkına varmış olduk. Hatta bu farkındalık ile bazı organizasyonlar üst düzey yöneticilerin maaşlarında kesintiye gidip, düşük maaş alan çalışan gruplarını desteklediler. Dolayısıyla maaş politikalarını bu yeni felsefe ile gözden geçiren organizasyonlar çalışanlarıyla işbirliği ve geleceğe dönük büyüme potansiyeli için bir fırsat yaratabilecekler.

Uluslararası Çalışma Örgütü’nde (ILO) danışman olarak görev alan ve çalışma hayatının geleceği üzerinde çalışmalar yürüten Susan Hayter çok az sayıda büyük kuruluşun tekrar rutin çalışma hayatına dönmeyi planladığını ifade ediyor. Gelişmiş ekonomilerdeki bazı organizasyonların daha şimdiden içinde bulundukları süreci geniş kapsamlı ve planlanmamış bir pilot proje olarak gördüğünü ve bu çalışma biçimini geleceğin standart çalışma modeli olarak benimsediklerini belirtiyor. Elbette ofisten çalışmanın sonuna geliyoruz şeklinde bir tespitte bulunmak abartılmış bir değerlendirme olacaktır. Ancak yukarıda aktarmaya çalıştığımız gibi çalışanlar ve işverenler olarak bu değişimi, işlerimizin ve işyerlerimizin sosyal ve ekonomik değerini riske etmeden gerçekleştirmek durumundayız.

ILO’nun sürece ilişkin yaptığı bir başka değerlendirme ile yazımızı bitirelim. Tarihsel olarak iktisadi krizler, salgınlar ve savaşlar eşitsizlikleri ağırlaştırmaktadır. Yanıtlanması gereken temel soru; yaşadığımız gelişmelerin bizi politik ve sosyal bir istikrasızlığa ve radikal bir kopuşa mı sürükleyeceği yoksa dayanışma ve demokrasi ilkelerini gözeterek daha eşitlikçi bir toplum, ekonomi ve iş gücü pazarının kurumsallaşması için fırsatlar mı yaratacağıdır. Bunu bizlerin yapacağı tercihler belirleyecek.

Bu yazı EGİAD’ın YARIN Dergisi’nde yayınlanmıştır.